AHZAB SURESİ 72. AYETTE "EMANET", "ZALÛM" ve "CEHÛL" KAVRAMLARI ÜZERİNE
بسم الله الرحمن الرحيم
AHZAB SURESİ 72. AYETTE "EMANET", "ZALÛM" ve "CEHÛL" KAVRAMLARI ÜZERİNE
Âyet-i Kerîme'de “teklif” etmeyi ve “yüz çevirme”yi gerçek manası üzere anlayan müfessirler varsa da, çokları emanetin büyüklüğünü beyan için “temsili istiare” biçiminde bir ifade olduğu kanaatine varmışlardır.
Bu durumda ayetten şunlar anlaşılabilir:
Bu büyük varlıklar şuur ve idrak sahibi olsalar ve bu emanet bu varlıklara teklif edilmiş olsa, bunu yüklenmekten çekinir, bundan korkarlardı. Ama "insan", insanlığın babası Âdem bünyesinin zayıflığına ve kuvvetinin yetersizliğine rağmen kendisine bu emanet teklif edilince "bunu", bu emaneti "yüklendi."
Âyeti zahirî manası kabul edildiği takdirde ise malûm olduğu üzere bizler Allah'ın yaratıkları ile olan ilişkisini asla anlayıp kavrayamayız. Yeryüzü, güneş, ay ve dağlar, bize göre kör, sağır ve cansızdırlar, fakat Allah'a göre böyle olmayabilirler. Allah yarattıklarından hepsiyle konuşmaya kadirdir ve biz anlayamasak da yarattıkları O'na cevap verebilirler. O halde Allah'ın bu emaneti onlara sunmuş olması ve onların da bundan korkup çekinerek yaratıcıları ve Rablerine teslim olup şöyle demiş olmaları muhtemeldir:
"Rabbimiz, biz senin güçsüz kulların olarak kalsak bizim için daha iyi. Çünkü isyan veya itaat etme yetki ve özgürlüğüne sahip olup onun hakkını vermeye ve hakkını veremediğimizde ise senin azabına çarptırılmaya casaretimiz yok."
Çünkü emanet ifa edildiği takdirde sonuçları çok büyük bir keramet olduğu gibi, yerine getirilmediği takdirde de hıyanet ve tazmin etmek cezası ile büyük bir rüsvaylıktır, rezalettir.
Yer ve gök ile ilgili iki ihtimal söz konusudur:
1) Bu tabirlerle, bizzat kendileri kastedilmiştir.
2) Bunlarla, oradakiler kastedilmiştir. Bu ikinci manaya göre, "Biz emaneti, göklerde ve yerde bulunanlara arzettik" şeklinde bir takdir (mana) vardır.
Emânet, genel olarak, insanın yükümlü olduğu tüm emir ve yasaklardan oluşan mükellefiyettir. Abdullah b. Amr (r.a)’dan, Resûlullah ﷺ şöyle buyurmuştur:
"Dört şey sende varsa, artık dünyadan kaybettiklerine üzülme: Emâneti korumak, doğru söylemek, güzel ahlâk ve helal rızık.”
(A. İbn Hanbel, II, 177).
Ebu Hüreyre’den rivayete göre, bir gün Resûlullah ﷺ konuşurken, bir A’rabî, “Kıyamet ne zaman kopacak?” diye sordu. Resûlullah ﷺ, uzunca süre sözüne devam etti, sonunda, o kişi nerede? diye sordu. Adam, buradayım, deyince, “Emânet zâyi olduğu zaman kıyameti gözet!” buyurdu. Adamın, “Emânet nasıl zâyi olur?” sorusuna ise, “İş ehli olmayana verilince kıyameti gözetle!” diye cevap verdi
(Buhârî, İlm, 2, Rikâk, 35; A. İbn Hanbel, II, 361).
İnsanın çok zâlim olması; zulüm ve haksızlığa yatkın olması ve emaneti üstlendiği halde gereği gibi yerine getirememekten dolayı kendine yazık etmesidir. Çok câhil oluşu ise; bilgisizlikten çok, işin önemini ve ahiret riskini anlamak istememesidir.
Sanki ayette şöyle buyrulmaktadır;
"İnsan zayıflığına rağmen bu emaneti yüklendi. İnsanoğlu bu konuda nefsine çok zulümkârdır ve taşıdığı emanetin değerini bilme hususunda çok cahildir."
Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin bütününden ibaret olan her türlü kusur ve eksikliklerden münezzeh, mücerred mahiyette olan vücudunun âyinedarlığından yer ve göğün çekinmeleri, taayyünlerinin bunu aksettirmeye tam müsait olmayışındandır. İnsanın taayyünü ise, bilkuvve bunu aksettirecek donanımdadır. İşte, insanoğlu, böyle önemli bir gayeyi gerçekleştirmek için vücûd-u hâricî ile şereflendirilmiştir. İnsanların bazıları itibarıyla, böyle önemli bir âyinedarlık vazifesini tam temsil edememeden ötürü bir zulüm ve cehalet söz konusu olsa da, o potansiyel cehalet ve zulme düşmeme de, yine böyle bir âyinedarlığa terettüb eden duyarlılık, sorumluluk ve temsilden geçiyordur. Yani insan, mahiyetindeki zulüm ve cehalet açığını vahy-i semâviyle harekete geçireceği vicdan mekanizmasıyla kapatacak ve kaybetme alanını kazanma pazarı hâline getirecektir.
İşte (Ahzâb, 33/72) âyeti, bu umumî serencamenin esrarlı bir tercümanıdır. Yer, gök ve bütün eşyanın en azîm hakikatini görme, gösterme ve aksettirmede zarurî birer eleman olan kalb, irade, şuur, his ve bunların "lâtifeler" unvanıyla diğer fakülteleri bulunmadığından, o yüce hakikat adına ne tam temessül kabiliyetleri, ne de temsil aktiviteleri vardır; zira, taayyünleri fevkalâde dardır. Dolayısıyla da, ayna olacakları şeyi insanî mahiyet ölçüsünde zengince ifade edebilmeleri mümkün değildir. Ancak insandır ki, tekvinî donanımı teşriî emirlerin temsiliyle derinleştirerek bu misyonu edaya yeterli olduğunu ortaya koyabilir.. ve bu misyonu ortaya koyabilenler de, zulümden ve cehaletten kurtulabilir.
Üstadın dediği gibi "İnsan, Hâlık-ı kâinâtın esmâsının (isimlerinin) nihâyetsiz tecellîlerine bir âyine olduğu için, kuvâlarına (hislerine) nihâyetsiz bir isti‘dâd (kābiliyet) verilmiş."
Ancak her insanın bu vazifeyi yerine getirmediği veya getiremediği de bir gerçektir ama; yaratılış gayesinin şuurunda olan ve insan-ı kâmil olma yolunda teşriî dairede rehabilite olan bir kısım müstesna fertler de bulunacaktır. Ki bunlar, istidatlarını inkişaf ettirme ve potansiyel kemallerini bilfiile çevirme istikametinde her zaman insanoğlunun yaratılmasına gaye teşkil eden "iman-ı billah", "mârifetullah", "muhabbetullah", "zevk-i ruhânî".. gibi dairelerde ebediyetlerin dantelasını örecek ve bu ilâhî maksadı gerçekleştireceklerdir.
Yorumlar
Yorum Gönder