GADÎR-İ HUM غدير خم İMAMET, HİLÂFET VE HAZRETİ ALİ’NİN MEVLÂ OLMASI

بســمـ الله الرحـمن الرحيمـ
GADÎR-İ HUM
غدير خم
İMAMET, HİLÂFET VE HAZRETİ ALİ’NİN MEVLÂ OLMASI

(Ali b. Ebi Talib'i sevmek, bizim üzerimize bir hak olmak üzere vaciptir/yani gereklidir.) 
Gadîr-i Hum Hazreti Ali’nin imâmeti açısından Şiî gruplar nezdinde tarihî önem taşıyan bir yerdir.
Kısaca anlatmak gerekirse başta İsnâaşeriyye İmâmiyyesi olmak üzere hemen hemen bütün Şiî gruplara göre Resûlullah ﷺ Veda haccı dönüşü (18 Zilhicce 10 / 17 Mart 632), aslında dinlenmeye elverişli bir yer olmadığı halde önemli bir hususu bildirmek maksadıyla burada konaklamış, bu sırada, kendisine indirilen her vahyi tebliğ etmesini emreden, 

bunu yapmadığı takdirde elçilik görevini yerine getirmiş sayılmayacağını belirten âyet (el-Mâide 5/67) nâzil olmuştur. Resûl-i Ekrem ﷺ, kafilenin önde giden ve geride kalan bütün fertlerinin toplanmasını istemiş, herkes geldikten sonra öğle namazını kıldırmış ve arkasından yeni gelen âyeti tebliğ ederek bir konuşma yapmıştır. Resûlullah ﷺ bu konuşmasında dünyaya veda etme zamanının yaklaştığına işaret ederek risâlet görevini yerine getirip getirmediği hakkındaki kanaatlerini ashabına sormuş, olumlu cevap aldıktan sonra ashabının Allah’a ve âhiret gününe olan imanını yeniden ikrar ettirmiş ve ardından “sekaleyn hadisi” diye meşhur olan sözlerini söylemiştir: “Size paha biçilmez iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabını ve Ehl-i beytimi... Benden sonra bunlara sarılırsanız asla sapıklığa düşmezsiniz.” 
[Bir detay: Aslında Şiî geleneğinin bu olay münasebetiyle indirildiğini söylediği âyet (el-Mâide 5/67) müfessirlerin büyük çoğunluğuna göre çok önce nâzil olmuştur. Esasen bu âyetin, içinde yer aldığı diğer âyetlerle birlikte ele alındığında müslümanlar hakkında değil yahudi ve hıristiyanlar hakkında nâzil olduğu ve onların Resûlullah'a ﷺ bir kötülük yapamayacaklarını ifade ettiği anlaşılır (Fahreddin er-Râzî, XII, 48-49).]
 

Resûl-i Ekrem ﷺ konuşmasını bitirdikten sonra Hazreti Ali’yi sağ tarafına almış, elini tutup kaldırmış ve şöyle demiş: “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. Allahım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol!” Resûlullah'ın ﷺ bu açıklamalarından sonra orada bulunanlar sırasıyla gelip Hazreti Ali’yi tebrik etmişler. Bunların arasında Hazreti Ebû Bekir, Ömer ve o anda Hazreti Ali’nin imâmeti hakkında bir şiir söyleyen Hazreti Hassân b. Sâbit de varmış. 

Medine’ye hareket edilince yolda, hatta bazılarına göre daha orada, 
“...Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm’ı beğendim...” meâlindeki âyet nâzil olmuş (el-Mâide 5/3).
Meselenin izahına gelince ilim, velâyet (velîlik, manâ kahramanlığı) ve halifelik ya da hükümdarlığın Peygamber Efendimiz’de ﷺ ve Hazreti Musa’da olduğu gibi bir elde toplanması, her zaman ideal olandır. 
 
Ayrıca, Hazreti İbrahim gibi büyük bir resûlün resûl-insanlara imam (Bakara Sûresi/2: 124), 

Hazreti Davud’un resûl-halife (Sa’d Sûresi/38: 26) ve 


Hazreti Süleyman’ın resûl–melik olduğunu da (Sâd Sûresi/38: 35–36) yine Kur’ân’da okuyoruz. Demek oluyor ki, risalet ve nübüvvet esas olmakla birlikte, bazı nebîlere veya resûllere nübüvvet veya risalet içinde hususî manâsıyla imamlık, halifelik ve hükümdarlık gibi misyonlar verilebilmektedir. 
 

Bunun yanısıra, Kur’ân-ı Kerim’de bir peygamberin, ilimde ve maneviyatta bir rehberin, bir şeyhülislâmın kılavuzluğu altında bir hükümdarın bulunabileceğini de Peygamber (Samuel) ve Hazreti Talût kıssasında açıkça görmekteyiz. (Bakara Sûresi/2: 246–251) 

 

Bütün bu gerçekler ortaya koymaktadır ki, imamet peygamberlikten öte değil, gerekirse ona ek bir misyondur. Aynı anda peygamber ve imam olanın halife veya hükümdar, halife veya hükümdar olanın peygamber ve hususî manâda imam olması, mutlak gerekli olmadığı gibi, katiyen Din’den bir esas da değildir. 


İşte, Resûlullah ﷺ, Hazreti Ali’yi “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” diyerek, bütün mü’minlere mevlâ tayin buyurmuştur.
(Tirmizî, “Menakıb” 20; İbn Hanbel, el-Müsned, 4: 281; İbn Mace, Sünen, 1: 21, 29.)
 

 Ayrıca “Benden sonra size iki şey bırakıyorum; onlara tutundukça yolunuzu şaşırmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Ehl-i Beytim.” buyurarak da, İslâm Ümmeti’ni Kur’ân temelinde Ehl-i Beyt etrafında toplanmaya çağırmış ve Ehl-i Beyt’e Sünnet’in koruyucusu olma gibi bir misyon yüklemiştir. (Müslim, “Fadail” 37; Tirmizî, “Menakıb” 32; Ebû Davud, “Menasik” 27; İbn Hanbel, el-Müsned, 5:182,189)
Hazreti Ali dâhil bütün Sahâbe, bu hadis-i şeriflerden Hazreti Ali’nin ve Ehl-i Beyt’ten bir ferdin Peygamberimiz’den ﷺ sonra halife veya hükümdar olması gerektiği, bunun Din’de esas olduğu gibi bir sonuç çıkarmamıştır. Hazreti Ali’nin gerek Hazreti Ebû Bekir’in seçilmesi hadisesinde, gerekse Hazreti Ebu Bekir’e biatı geciktirme gerekçesinde ve daha sonra ilk üç halife hazretlerine karşı takındığı tavırda, bu hadislerden böyle bir sonuç çıkardığına dair delil bulmak mümkün değildir.
 

Nitekim Üstad hem “Gadir-i Hum”daki bu hadisin sahih olduğunu hem de başka hadis kaynaklarında da Hazreti Ali’ye karşı çok övücü hadis ifadelerinin bulunduğunu şu sözlerle ifade ermiştir:
"Hazreti Ali’nin (radiyallâhu anh) şahsı hakkındaki övgü dolu hadislerin diğer halifelere dair hadislerden daha çok yayılmasının sırrı şudur: Emevîlerin ve Hâricîlerin ona haksız hücumlarına ve onu kusurlu bulmalarına karşılık, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan hak yolundakiler, Hazreti Ali hakkındaki rivayetleri çok yaydılar. Diğer üç raşit halife ise öyle tenkitlere fazla maruz kalmadıkları ve kusurla itham edilmedikleri için onlara dair hadislerin aynı derecede yayılmasına ihtiyaç görülmedi.

 

Hem Resûl-u Ekrem ﷺ, istikbalde Hazreti Ali’nin (radiyallâhu anh) elem verici hadiselere ve cemaatinin içinde fitnelere maruz kalacağını peygamberlik nazarıyla görmüş, Hazreti Ali’yi (radiyallâhu anh) ümitsizlikten, ümmetini de onun hakkında sû-i zandan kurtarmak için 
 مَنْ كُنْتُ مَوْلَاهُ فَعَلِىٌّ مَوْلَاهُ 
gibi mühim hadislerle onu teselli etmiş ve ümmetine doğru yolu göstermiştir."
KIRTAS HADİSİ

  

Eğer, imamet Din’in bir rüknü olmuş olsaydı ve Hazreti Ali’nin hilâfeti nassla sabit bulunsaydı, bunun açıkça ve yorum gerektirmeyecek biçimde beyan edilmesi ve bütün Sahâbe’nin de bunu açıkça bilmesi gerekirdi. 
 

Çünkü imana ait hiçbir mevzu kapalı ve esrar dolu olarak gelmez; aksi halde ‘teklif-i mâ lâ yütak (takat getirilemeyecek yükümlülük)’ olur.
İkinci olarak, Şiîler, Peygamber Efendimiz’in ﷺ vefatından birkaç gün önce bir vasiyet yazmak istediğini ve buna mâni olunduğunu da bazı rivayetlere dayanarak ileri sürmektedirler. Evet, sahih rivayetlerde Peygamber Efendimiz’in vasiyet yazmak istediği ve çıkan bazı gürültüler sebebiyle yazmaktan vazgeçtiği kayıtlıdır. (Buharî, “Megâzî” 83; Müslim, “Vasiye” 22.)
Eğer Şiîlerin iddia ettikleri gibi imamet Din’in rüknü olsaydı ve Peygamber Efendimiz ﷺ yazmaktan vazgeçtiği bu vasiyetinde Hazreti Ali’nin imametini beyan buyuracak olsaydı, bunu yazmaktan vazgeçmekle, yazmamakla –hâşâ– İslâm’ı tam tebliğ etmemiş, tebliğini eksik bırakmış olurdu. 

Bu ise, hem “Ey (şanı çok yüce, o en büyük) Resûl! Rabbinden sana her ne indirilmişse onu eksiksiz tebliğ et! Eğer böyle yapmazsan risalet (elçilik) vazifeni yerine getirmemiş olursun. Allah, seni bütün insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu (senin aleyhindeki) hedeflerine ulaştırmaz.” (Mâide Sûresi/5: 67) âyetine terstir, hem de Efendimiz’e ﷺ küfür derecesinde bir bühtan olur. Ve Resûlullah'ın ﷺ söz konusu vasiyetini yazmaktan vazgeçmesi, yani O, Hazreti Ali’nin imametini vasiyet buyuracak da, bundan vazgeçti ise, bu, Şiîler’in iddialarının tam aksine, yani siyasî manâda imametin Din’in rüknü olmadığına ve Hazreti Ali’nin ve ondan sonra Ehl-i Beyt’ten bir imamın hak halife olarak seçilme mecburiyeti bulunmadığına bir delildir. Böyle bir mecburiyet ve Din’de rükün olmuş olsaydı, hiçbir muhalefet, Resûlullah'ı ﷺ onu tebliğ etmekten alıkoyamazdı. Hazreti Ali’nin hutbe, mektup ve sözlerini ihtiva ettiği Şiîlerce kesin kabûl edilen Nehcü’l-Belâğa’daki sözleri de, Şiîlerin değil, Ehl-i Sünnet’in haklılığını açıkça ortaya koymaktadır.
(Nehcü’l–Belâğa, (İng. terc. Müftü C. Hüseyin), 162 ve 40. hutbeler.)
Netice olarak, ilim ve maneviyatta rehber bir zâtın kılavuzluğunda bir hükümdar, bir devlet başkanı bulunabilir. 
 

İslâm, devlet başkanının herhangi bir aile veya hanedandan gelmesini emretmez. Hazreti Ali Efendimiz bir ilim ve manâ kahramanı olarak, Üstad’ın ifadeleriyle, ilk üç halife hazretlerine şeyhülislâmlık yapmış ve bu mübarek halife efendilerimiz de pek çok meselede Hazreti Ali’ye danışıp, onun fikrine göre hareket etmekten asla geri durmamışlardır.
Hazreti Ali’nin torunu Hasan el-Müsennâ’ya Resûl-i Ekrem’in ﷺ, “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” sözünü söyleyip söylemediği sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: “Evet söylemiştir, fakat bununla emirliği kastetmemiştir. Eğer maksadı bu olsaydı daha açık bir ifade kullanırdı, çünkü Resûlullah ﷺ müslümanların en fasihidir... Yemin ederim ki Allah ve resulü halifelik için Ali’yi seçip müslümanlara idareci yapsalardı ve Ali de bunu yerine getirmeseydi Allah’ın ve resulünün emirlerini ilk terkeden o olurdu” (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, s. 185-186, 196).
Ehl-i sünnet âlimlerinin, “Ben kimin mevlâsı isem...” hadisinden çıkardığı nihaî sonuç, Hazreti Ali’yi sevmenin veya ona düşman olmanın Resûl-i Ekrem’i ﷺ sevmeye veya ona düşman olmaya yakın bir hüküm taşıdığı yönündedir ( Mahmud Şükrî el-Âlûsî, s. 161).
Hâsılı Hazreti Ali’nin ‘mevlâ’ olması da bu manâda olup Şiilerin iddia ettiği gibi imâmetle ilgili değildir.

Yorumlar

En Çok Görüntülenenler